Sakarmeke - Mehmet Fırat Pürselim

Yakın dönem öykü okumalarıma M. Fırat Pürselim'in narin bir kuş türünün ismini verdiği Sakarmeke ile devam ediyorum. İthaki Yayınları'ndan çıkan ve  2020'de okuyucuyla buluşan bu güzel öykü dosyasına dair düşüncelerimi sunmadan, yazarın Dileda Arslan ile yaptığı söyleşiden aklımda kalan bazı sözlerine dair birkaç kelam etmek isterim. 




Sakarmeke bir "ilk kitap" değil. Farklı yayınevlerinden çıkan ve toplamda üç nitelikli öykü ödülü kazanan iki kitabı daha var Pürselim'in. Yazar, 2011'de Hayat Apartımanı ile edebiyat dünyasına merhaba diyor.  Türkan Saylan Öykü Ödülü ve Orhan Kemal Öykü Ödülü'ne layık görülen diğer kitabıysa 2015 yılında "Akılsız Sokrates" adıyla raflardaki yerini alıyor. Röportajda ilk iki dosyasıyla ödüle layık bulunan, öncesindeyse nitelikli hemen her edebiyat dergisinde öyküleri yayımlanan yazarın yaklaşık on yıl boyunca dosyasını kitap olarak bastırabilecek bir tek yayınevi bulamadığını üzülerek dinledim. Yılmayışına, pes etmeyerek harika öyküleri biz okurlarla buluşturmasına da "iyi ki" dedim. 

Meraklısı bilir, 1970'de TRT Roman Ödülü'nü kazanan 'basılmamış' tek eserdir Oğuz Atay'ın Tutunamayanları. Atay, en çok da kitabının basılabilmesi için bu ödülü almak ister. Ne acıdır ki aralarında e-yayınları, Bilgi ve Remzi gibi devlerin bulunduğu bir dizi yayınevi ödüllü bu kitabı basmak istemez. Neyse ki kitabın değerini Sinan Yayınları'nın sahibi Hayati Asılyazıcı kavrar. Kitap ilk baskısını iki cilt halinde 1972'de yaptıktan tam on iki yıl sonra ikinci baskı İletişim Yayınları'ndan olacaktır. Tam on iki yıl raflarda yer almaz anlayacağınız. İşte böylesine kült bir esere reva görülen başlangıcı bildiğimden Pürselim'in macerasına pek tabii şaşırmadım. İki ödüllü kitabın herhangi bir yayınevince ikinci baskıya alınmamasınaysa sadece sinirlenebildim.  Bu bahsi "tabii bir de yayınevlerini dinlemeli" deyip yumuşatarak (!) kapatayım ve Sakarmeke'ye geçeyim.

Sakarmeke'nin sayfalarını çeviren okur, yazarın yetkinliğini tasdikleyen ödüllerden haberdar olmasa da Pürselim'in dile hakimiyetini, öykü türündeki maharetini rahatlıkla duyumsayabilir. Dosyayı oluşturan on bir öykünün farklı tarzlarda kaleme alındığını hemencecik fark eder.

Öyküleri okurken "Sade bir okur olarak benim öykü yazarından beklentim ne ?" diye kendi kendime sormuştum. Kendime verdiğim yanıt: "Bir meddaha dönüşmeli yazar ve etrafına toplanan yüzlerce kişiyi tek tek kendine bağlamalı, bunu yaparken sınırsız hayal gücünü bizlere duyumsatmalı ve  pek tabii öyküsünü bitirene kadar her birimizi kendisine mıhlamalı." oldu.  Bu yanıtı verdikten kısa süre sonra bahsini ettiğim röportajında bir yazar olarak kendini tarif edişine şahit oldum Pürselim'in. Ne kadar da hoştu: Moby Dick'in İsmail'ine benzetiyordu kendisini. Hikayedeki herkes ölmüş, olayı anlatacak tek kişi kendisi kalmıştı. Anlatmak zorundaydı. İyi ki de anlatacaktı. Etrafına toplanıp onu dinleyecektik anlaşılan.

Hakkını vermek lazım Pürselim öyküsünü anlatırken kendisine sunulan sınırsız aracı ustalıkla kullanıp kendisini dinletiyor. Bunu yaparken karakterlerinin kılıklarına kolaylıkla bürünebiliyor. Onların seslerini çıkarırken de hiç zorlanmıyor. Sokak ağzını kullanması gerekirse onu, bir komutanın hamasi sözlerini belagat parçalayarak sunması gerekiyorsa onu kağıda döküyor. Ne sokağın diline başvururken tekdüzeliğe düşüyor ne de tumturaklı sözler etmesi gerekirken kendisini dinleyeni kaybediyor. Bu dengeyi on bir öyküde de tutturmayı başarıyor yazar.  

Öykü kitaplarında son dönemde birçok yazarın kitaba hakim olan bir tarz ya da dili kullanmada ortak bir üslup belirlediğini görüyoruz. Bir müzik albümü hassasiyetiyle benzer karakterler, benzer mekanlar, benzer anlatım biçimleri vb.  Bu seçim dosyada bütünsellik sağlasa da kitabı sıkıcı hale getirme riskini de bünyesinde barındırıyor. Sakarmeke'de böyle bir çerçeveden -kuşları saymazsak- bahsetmek mümkün değil. Doğruyu söylemek gerekirse birbirinden farklı tarzların bir araya gelmesi beni keyiflendirdi. Böylelikle her öyküde farklı bir kılıkla karşıma çıkan yazarın hünerlerini keşfetme fırsatını yakalamış oldum. 

Kitapta elbette her okuru kendisine meftun edecek bir öykü olacaktır, doğaldır ki bu beni saran öyküyle aynı olmayabilir. Mesela ben bir an "Kitle" öyküsünün içine girdiğimi, baş karakterini teselli ettiğimi, baba oğulun Barcelona seyahatinde yancı olduğumu hayal ettim. Öykü boyunca göğsümde bir kitle göğsüme baskı yaptı, nefesimi kesti. 

"Erektus Kalesi" ise deneysel öykücülüğün son dönemde okuduğum en iyi örneklerindendi. O ne kurguydu, o ne alegoriydi, o ne metafordu öyle!  Bazı öykülere kıskançlıkla karışık gıpta ederim. "Gıpta" klasörüme ekledim. 

Kitabın en zayıf halkası olarak belirlediğim öyküyü dahi sıkılmadan okumuş, üzerine düşünmüş olmak dahi sade bir okur olarak gözümde Sakarmeke'yi yeni kitaplar arasında farklı bir yere koymamı sağladı. Tahminim öyküsever de benim gibi düşünecek ve sonra bir kere daha okunacaklar rafında Sakarmeke'ye bir yer ayıracak. Keyifli okumalar.


Satın Almak İçin Tıklayın



Yorumlar